Omelası terkedebilmem için çocukluğumu mahzenden çıkarmam gerekiyordu. Bazılarının Omelası terkedebilmesi için insan olmanın getirdiği suçluluğu duyması yeterli değildi. Mahzenin kilidi tabulardı. Kilidi açabilmek için tabuyu konuşmaya karar verdim. Yöntem olarak kamera karşısında konuşmayı seçtim. Anlattım. Anlattım ve yeryüzündeyim şimdi. Günışığında, insanların arasında.
“Yaz şenliği, deniz kıyısındaki parlak kuleli Omelas kentine kırlangıçları havalandıran çan sesleriyle geldi. Limanda salınan teknelerde bayraklar dalgalanıyordu. Kırmızı damlı evler ve resimlerle süslü duvarlar arasındaki sokaklarda, mazıların büyüdüğü eski bahçeler arasında ve ağaçlı bulvarların altında, büyük parkların ve kamu binalarının yanlarında geçit alayları yürüyordu. Bazıları gösterişliydi: Mor ve boz renkli, uzun, süslü giysilere sürünmüş yaşlı insanlar, mağrur zanaatkârlar, kucaklarında bebekleri, gevezelik ederek ‘yürüyen şen kadınlar’. Kimi sokaklardaysa müzik daha bir hızlı çalıyor, gonglar ve davullar gümbürderken insanlar dans ediyordu. Yürüyüş değil danstı sanki bu. Bütün geçit alayları kentin kuzey yakasına, parlak güneş altında çıplak, ayakları ve dizleri çamura bulanmış, uzun, kıvrak kollu genç erkek ve kızların toplanıp yerlerinde duramayan atlarını yarışa hazırladığı Yeşil çayırlar denilen sulak otlaklara yönelmişti. Atların koşumları yoktu, yalnızca gemsiz yularlar takılmıştı. Yeleleri altın, gümüş ve yeşil şeritlerle süslenmişti. Burun deliklerini hızlı hızlı açıp kapayarak birbirlerine soluyor, böbürleniyorlardı, at bizim törenlerimizi kendisininmişçesine benimseyen tek hayvan olduğundan hepsi çok heyecanlıydı. İleride, Omelas’ı körfez boyunca yarı yarıya çevreleyen kuzey ve batı dağları uzanıyordu. Sabah havası öylesine berraktı ki, masmavi göğün altında, Onsekiz Tepelerini taçlandıran karlar güneş ışığının aydınlığıyla millerce uzunlukta beyaz-altın rengi parıltılar saçıyordu. Yarış yolunu belirleyen bayrakları ara ara dalgalandırmaya yetecek kadar rüzgâr vardı. Geniş, yeşil çayırların sessizliğinde, kentin sokaklarından süzülen, bir yaklaşıp bir uzaklaşan ve gitgide daha yaklaşan müzik duyuluyor, zaman zaman titreşen, birleşen ve çanların büyük coşkulu çınlamasıyla patlayan havanın neşeli ve belli belirsiz tatlılığı hissediliyordu.”*
Bu mutlu insanların şenliğinin ortasında, Nick Ut’un koşan Napalm Kızı* gibiydim.
Bir evin sokağa açılan balkonun bir aile kahvaltı yapıyordu. Anne, baba, bir kız bir erkek çocuğu. Sofrada yüzleri gibi aydınlık, neşeli. Baba kızının başını okşuyor. Bir erkeğin cinsel arzularıyla değil, bir kız çocuğunun ihtiyacı olan şefkatle. Hiç bilmediğim bir dokunma. O mahzende şefkatin de ne olduğunu öğrenemedim ben. Belki öğrenilmesi gereken bir şey değildi, her insanın içinde kendiliğinden vardı belki. İçimde var idiysede o mahsende yaşaması mümkün değildi. Bu güneş ışığında yeşerir belki. Bu neşeli sofra bu şefkatli dokunuşlar kaybettiklerimi tekrar hatırlatıyor. Ağlıyorum… Balkondaki bu aile beni ne görüyor ne de duyuyor. Yokmuşum gibi neşeli kahvaltılarına devam ediyor. Evet röportajını izleyemedim, izlemedim diyenler bunlar sanırım.
Yürüyorum neşeli insan kalabalığına karşı. İki genç geliyor öpüşerek. Erkeğin eli kızın göğsünde. Hazdan başları dönmüş kimseyi görmüyorlar. Hazzın içinde kaybolmayı hiç bilmedim. Babamın yaralar açtığı bedenimde bedenimde sevgililerimin arzulu elleri açık yaralara ne kadar haz verirse o kadar haz veriyordu.
İlerde gelen grubun içinde arkadaşlarımda var. Onlarda korkuyla bakıyorlar bana. Kimisi beni hiç çıplak görmemişti. Anlatmamıştım babamın yaptıklarını. Çıplak görenler ise mahzenin karanlığında görmüşlerdi beni. Günışığında görmek onlarıda korkutmuş şakına çevirmişti.
Sokaklarda dolaşırken mahzenlerden gelen sesleri duydum. Onlarda benim ayak seslerimi duyuyorlardı. Mahzenlerden birbirimize sesimizin gitmesi mümkün değildi. Şimdi mahzenlerde bir şenlik havası vardı. Birinin çıkmış olması ve bütün mahzenlerin boşalabileceği ihtimalinin kutlandığı bir şenlik. Periskoptan izler gibi beni takip ediyorlardı umutla. Omelaslıları izliyorlardı. Şehir üzerine düşen suçluluğu alıp mahzenleri boşaltacaklar mıydı merak ediyorlardı.
Omelası terkedenler… Bir tek onlar korkmadı beni gördüklerinde. Korkmadılar şaşırmadılar. Beni mahzende gördüklerinden beri insan olmanın suçluluğunun yükünü benim üzerindem alıp terketmişlerdi bu şehri. Korkmayı ve şaşırmayı bırakmışlardı. Gözlerinden yaşlar süzüldü, sessiz. Çaresizliklerilerine ağladılar. Ama benim için değil mahzende olan diğer çocuklar için. Mahzenin varlığı için.
Beni mahzende görmüş ve bir daha unutamamış, Omelası terkedememiş, bu şehrin insanları gibi neşeleri olmayan insanlar beni günışığında görünce daha mutsuz oldular. Aslında bütün şehir bir an içinde olsa mutsuz oldu. Bir şimşek hızıyla bu şehrin mutluluğunun benim acı çekmem üzerine kurulu olduğunu hatırladılar. Bu mutsuzluğun sürekli olmasından korkarak benim mahzene inmemi arzuladılar. Ben Omelasın mutluluğunun benim acı çekmem üzerine olduğunu o an anladım. Yıllardır mahzende kötü bir çocuk olduğum için acı çekmeyi hakkettiğimi düşünüyordum. Ben kötü olduğum için değil bu şehrin mutluluğu için hapsedilmiştim. Kırkbeş yıldır çektiğim acının sebebini çıldırmadan kabullenebilmek. Öfkelenmeden, yakmadan yıkmadan durabilmek. Nerede duracağını bilememek. Bu dünyada ne Omelaslıların yanında ne mahzendekilerin yanında ne de Omelası terkedenlerin yanında bir yerin olmadığını düşünmek kendini hiçbir yere ait hissedememek.
*Omelas anlatılarında genelde mahzen kısmından sonra alıntı yapılarak yazılır. Ben Ursula Le Guin’in Omelası Terkedenler öyküsünün girişindeki şenlik kısmından alıntı yaptım. Çünkü gerçekten neşeyi bilmiyorum, neşeli inşaları nasıl anlatacağımı bilmiyorum.
*Nick Ut’un Napalm Kızı fotoğrafı Vietnamdaki savaş sırasında napalm bombası yüzünden vücudu yandığı için elleri iki yana açık çıplak bir şekilde bağırarak koşuşunu anlatır.